İyiye doğruya ve güzele bir nebze olsun katkıda bulunabilmek gayesiyle her hafta buluştuğumuz köşemizde bugün, insanı uzun uzun düşündüren bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Hikâyemize başlamadan, her hafta buluştuğumuz köşemiz ile ilgili görüş ve önerilerinizi beklediğimi belirtmek istiyorum. Sıradan tek yönlü makale tarzından ziyade etkileşimli ve güncel yazıların daha faydalı olacağı kanaatindeyim. Yer verilmesini istediğiniz konuları ya da faydalı olacağını düşündüğünüz önemli eserleri mesut-koc@hotmail.com adresine ve aynı adresin ekli olduğu ‘facebook’ aracılığıyla bize ulaştırabilirsiniz. İnternet sitesi www.mesutkoc.com aracılığıyla yorumlarınızı gönderebilirsiniz. Haftada bir olan yazılarımızı ikiye de çıkartabiliriz.
Gördüklerimiz ve duyduklarımızı nasıl değerlendirmemiz gerektiği üzerine somut bir mesaj veren hikâyemize geçelim. İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı. Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti. Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu. Şöyle yazmıştı heykelleri yaptıran hükümdar: “Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.”
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi. Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı: “Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.” Bu şekilde biten hikâyemizin son cümlesini tekrar, bu kez kendi ifademizle yazalım; “En değerli insan, kulağından gireni yüreğinde yaşayan ve yaşatan insandır.” Sizce de öyle değil mi?
Bu satırları paylaştığımız köşemizin takipçisi siz güzel insanlara saygı ve hürmetlerimi sunuyor, teşekkür ediyorum. Haftaya görüşünceye kadar sağlıcakla kalın, hoşcakalın.